Sivil toplumun sağlıklı ve verimli bir örgütlenme evrimi geçirebilmesi için kamusal araçların çekinmeden kullanıldığı batı ülkelerinin tersine, Avrupa Birliği kapısında bir öyle bir böyle bekleyen Türkiye’nin bir takım gizli ajandaların ehemmiyeti adına gerekli adımları atmaktan imtina ettiğini söyleyebiliriz. Hatta tam tersini uygulayarak; merkezi devlete körü körüne bağlı, “biat”cı bir sivil toplum örgütlenmesi sistematik olarak teşvik ediliyorken, özgürlükçü ortamı destekleyen hali hazırdaki kamusal araçların ve yasaların bir bir devre dışı bırakıldığına ne yazık ki şahit oluyoruz. Şunu da belirtmekte fayda var ki; bu sadece yakın tarihin değil yarım asırdır devam eden git gelli süreçlerin vahim gerçeğidir.
İnsan hakları ve bağımsız sivil toplum söylemini adeta politik bir silahmış gibi kullanan Avrupa Birliği’nin lider ülkeleri ise birlik kapısında bekleyen Türkiye’yi her fırsatta sıkıştırmaya devam ediyor. Reel politik söylemler, fayda ve çıkar ilişkileri sarmalında dolanan stratejik baskı grupları da sivil toplum şemsiyesi altında ister istemez kaynıyor. Taşlar yerine oturmayınca kurumların yönetim felsefeleri ve var oluş amaçları da “ortaya karışık” gelip gitmeye devam ediyor.
Türkiye’de güçlü, aktif ve bağımsız yönetilen sivil örgüt yok denecek kadar az olduğu gibi güçlü gibi gözükenler de devletin desteğiyle ve özel sektör liderlerinin itekleyerek ayakta tuttuğu kurumlar durumunda. Bu kurumların ortak iki özelliği; bir depolitize olmaları, iki, özgür argümanlar geliştirecek donanımlara sahip olmamaları. Fayda yaratacak yaratıcı toplumsal çözümler üretmeyen, özel sektörün faydacı ve hiyerarşik yönetim biçimini kopyalayan bu sivil organizasyonların, toplumsal değişim için tutarlı uzun vadeli stratejiler geliştirmesi de mümkün olmuyor ne yazık ki. Acımasız bir eleştiri gibi gelebilir ama herkesin ezbere bildiği kurumsal temsili olan sendikalar, vakıflar, dernekler ve diğer özerk kurumlar arasından cımbızla seçilmişlerin haricinde devletle ilişkisi “mesafeli” olanı göremiyoruz. Dolayısıyla devleti temsil eden siyasi otoriteye göre şekillenip, “doğallaşmış” bir tutarsızlık içinde kalıyorlar.
Sivil ve özerk organizasyonları çevreleyen yasal düzenlemeler, genel eğitim sistemi, adaletsiz gelir dağılımı, seçim sistemi, adalet sistemi, YÖK gibi anti demokratik fakat devlete kök salmış bürokratik araçları düşünürsek, neden tepkisiz toplum, örgütsüz toplum, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”ı düstur edinmiş toplum olduğumuzu anlamakta zorlanmayız. Buna toplumsal sınıfların siyaset sistemine olan güvensizliğini, “vatandaşın” ideolojik tercihlere karşı kronik alerjisini , medya tekellerinin yandaşlığını, çoğrafi ayrışmaya kadar inmiş her alandaki kutuplaşmanın dayanılmaz hafifliğini de eklersek sivil toplumun geleceği için hissettiğimiz kaygı yerinde bir kaygı oluyor.
Kendine Hizmette Sınır Tanımayan Sivil Toplum
Bugün aklımıza gelen belli başlı örgütlerin toplumun hangi kesimini ne kadar ve nasıl temsil ettiğini kim açıklayabilir? Yarattıkları toplumsal fayda ölçülseydi ortaya nasıl bir tablo çıkardı diye düşündüğümüzde hesap verilebilirlik adına sorularımızın cevabını hızlı ve keskin almamız gerekiyor.
Bağımsız, yaratıcı, değer katlayıcı ve cesurca yönetilmesi gereken bu sivil örgütlerin, halkla ilişkiler ajanslarıyla el ele “sosyal sorunlara duyarlı fakat pasifliği tercih etmiş” vatandaştan habire milyon liralar toplayıp sonra da bu paraları maaş, elektrik, su, telefon, kira gibi sabit giderleri ancak ödeyebilen hantal, sıkıcı ve statükocu yapılar olmadığını kim söyleyebilir ?
Diğer yandan üç kuruşluk parasal yardımlar olmadan ayakta duramayan binlerce sivil organizasyonun varlığı da kronikleşmiş bir sorun. Üretmekten korkan, gelir gider dengesi olmayan, çalışanına asgari geçimi için maaş veremeyen, günü gününe savrularak yaşayan bu organizasyonların, günlerce düşünüp heyecandan titreyerek kaleme aldıkları tutkulu hedefleri, vatandaşın hayatına somut toplumsal katkılar olarak yansımıyor, en kötüsü bu durum varoluş felsefelerini de ortadan kaldırıyor. Kaçınılmaz sonuç; tabelalarında bol bol “dayanışan” ve “güzelleşen” bu organik yapılar, sivil toplum eko sisteminin üzerine çörekleniyor. Öyleyse ideal sivil toplum örgütü nasıl yapılanmalıdır, eko sisteminin felsefesi nasıl olmalıdır sorusunun cevabı nedir? Kurumsallaşmanın getireceği hantallık ile sistemsizliğin getireceği aşırı elastik ve hızlı hareket kabiliyeti arasında bir denge kurulabilir mi?
Kermesten başka ortak hareket noktası bulamayan aileler, öğretmenlerinin sözünden çıkınca cezalandırılan öğrenciler, üniversitede örgütlenme isteği cezalandırılan gençler, siyasetçilerin kutuplaştırıcı agresif söylemleri, adalet sistemindeki açıklar, mahalle baskısı, bozuk sicil kaygısı, korku ve yine korku.Toplumun her kesimini saran bu korku ortamında kurumsallaşmayla kurumsallaşmama arasında kalıp, artı değer yaratmaya çalışan sivil toplum örgütlerinde yöneticilik yapanlar, girişimci liderler ve sosyal girişimci gönüllüler bu yükü sırtlanmaya devam edecek gibi gözüküyor.
Bence aynadaki yansımasıyla gerçek sivil toplum, bu cesur, yaratıcı, durmak bilmeyen sosyal girişimci liderleri yeniden ve yeniden üretebildiği sürece var olmaya devam edecektir.
3